Gazeteci, belgeselci, fotoğrafçı ve gezgin Hasan Söylemez, kendisini özellikle “Afrika’nın bilinmeyen hikâyelerinin anlatıcısı” olarak tanımlıyor. İlk uzun metraj belgesel filmi “Tenere” ile birçok ödül alan Söylemez’in paylaştığı ‘dünyanın en yalnız ağacının’ birçok zorlu koşula direnen hikayesi de oldukça ilgi çekici. Aslında bu akasya ağacı oldukça ünlüymüş ve “Ténéré Ağacı” diye tanınıyormuş. Hayır, “Ténéré” sandığınız gibi akasya anlamına gelmiyor. Tuareg dilinde “Çöllerin çölü” gibi derin bir mana taşıyor ve Sahra Çölü’ndeki 400 bin km karelik bölge bu isimle anılıyor. Bu ağacın yalnızlığı ise bu uçsuz bucaksız çölde, ona en yakın ağacın tam 400 km uzaklıkta olmasıyla daha da anlam kazanırken hayatı sürdürmenin her şartta güçlü kalmayı başarmakla nasıl da bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Hasan Söylemez, Tenere bölgesinin milyonlarca yıl önce deniz olduğunu hatırlatıyor. Şaşırtıcı gelebilir ama sonra tropikal ormanlara dönüşmüş. Üstelik birçok vahşi hayvanın hatta dinazorların bile yaşadığı bir orman. Hadi oradan demeyin çünkü Agadez’in güneydoğusunda büyük bir dinozor mezarlığı bile varmış. Burada bambaşka bir dünyanın var olduğunu düşünmek inanılmaz.
Bu bereketli topraklar nasıl bugünkü haline dönüşmüş derseniz, dünyanın yörüngesinin kaymasına bağlı etkenler ve iklim-bitki örtüsünün değişmesi, bugün bildiğimiz o meşhur Sahra Çölü’nü oluşturmuş. Hasan Söylemez, bir bilim insanının “tarım ve hayvancılıkla uğraşan insan topluluklarının bitki örtüsünde yarattığı tahribat, iklimsel değişimi etkiledi” açıklamasından bahsediyor ve “Tenere Ağacı”nın hikayesinin bu iddiayı doğrular nitelikte olduğunu vurguluyor.
Ünlü belgesel yapımcımız sayesinde bugün dünyanın en sert iklim koşullarından birine sahne olan Tenere bölgesinin, çok değil, yüz yıl kadar önce bugünkü gibi kavurucu olmadığını öğreniyoruz. “Uçsuz bucaksız çölde çok uzaklardan görülebilen Tenere Ağacı, Agadez – Bilma arasında gidip gelen kervanlar için adeta canlı bir deniz feneri gibiydi.” diyen Söylemez, Tuareglerin onu kutsallaştırdığından, asla çay yapmak için ağacın dallarını kırıp yakmadığından, develerin ağacın yapraklarını yemesine izin vermediklerinden bahsediyor.
Ağacın yakın tarihte tekrar gündeme gelmesi ise ‘ralli’ sayesinde olmuş. Paris-Dakar Rallisi’nin güzergahı bir ara Tenere’nin kuzey-batısından geçermiş ve Djanet-Agadez arasındaki ilk otomobil seferi için 1934 yılında Tenere’ye giden Fransız kaşif Henri Lhote bu özel ağacı ilk kez bu vesileyle görmüş. “Destansı Tenere” adlı kitabı kaleme alan Lhote, “Üç metre boyunda, iki gövdesi, çok güzel yeşil yaprakları ve sarı çiçekleri vardı” diyerek anlatıyor Ténéré Ağacı’nı.
İnsan Karşısında Çaresiz Kaldı
Nasıl olur da öyle devasa bir çölün ortasında ağaç yaşayabilir diye sorabilirsiniz. Ağacın yanında 40 metrelik bir kuyu açıldığında bu soru yanıt bulmuş. Tenere Ağacı’nın köklerinin o çorak toprağın 36 metre aşağısındaki su tabakasından beslendiği ortaya çıkmış. Sahra’da on bin yıl öncenin tropikal ormanlarından kalan bu son kökler, ne yazık ki artık yaşamıyor. En acısı da bunun insan eliyle son bulmuş olması. Hasan Söylemez, 1973 yılında Libyalı bir kamyon sürücüsünün çölün ortasındaki bu ağaca çarptığını ve onu dibinden kırarak bu eşsiz hikayeye son verdiğini aktarıyor. Onca doğa olayına, afete tek başına direnen Ténéré Ağacı’, insan karşısında çaresiz kalmış. Çöldeki o son köklerin yerinde bugün metal bir heykel var. Cansız gövdesi ise şu an Nijer Ulusal Müzesi’nde sergileniyor. Bu masalsı bilgi, doğaya ve hayata verdiğimiz her türlü zararı yüzümüze tüm gerçekliğiyle vururken, aslında onu korumanın ve sürdürmenin de aynı şekilde bizim elimizde olduğunu hatırlatıyor. Sürdürülebilir ‘yeşil’ bir hayat, hepimiz için mümkün, yeter ki artık ‘farkında’ olmayı bir üst seviyeye çıkarıp attığımız her adıma bu farkındalığı yansıtalım.
Kaynak: https://onedio.com/